Fazla amacı olan var mı?
İnsanlığın amacı, Jean Baudrillard, astronomi, yitip giden geçmiş ve bir iki roman üzerine

Bu yazının başına oturmadan iki yüz dört gün önce şöyle bir tweet (şimdilerde post deniyor da kim diyor bütün bunları?) atmıştım:
“bence çağımızın genel problemi amaçsızlık (maneviyat ama dinî anlamda değil). yani insanlık hikâyesi anlamında ne yapıyoruz belli değil ve bu durum insanları atıl hissettiriyor.”
Pek çok güncel görünümlü tespit gibi, bu tespitin arkasında da tarihten (yakın ama) bize seslenen birinin, bu kez, Jean Baudrillard’ın sesi vardı:
“İçinde bulunduğumuz güncel durumu nitelemek gerekseydi, bir orji sonrası hali derdim. Orji (…) her alandaki özgürlüğün patladığı andır: Politik özgürleşme, cinsel özgürleşme, üretici güçlerin özgürleşmesi, yıkıcı güçlerin özgürleşmesi, kadının, çocuğun, bilinçdışı itkilerin özgürleşmesi, sanatın özgürleşmesi. Tüm temsil ve karşı-temsil modellerinin göklere çıkarılması. (…) Nesne, gösterge, ileti, ideoloji ve zevklere ilişkin her türlü sanal üretim ve aşırı-üretim yollarını geride bıraktık. Şimdi her şey özgür, kartlar açıldı ve hep birlikte asıl sorunla karşı karşıyayız: ORJİ BİTTİ, ŞİMDİ NE YAPACAĞIZ?”
Ben bu satırları ilk kez on beşe önce okumuş olmalıyım (yayımlandıktan aşağı yukarı yirmi sene sonra) ve o günden bu yana aklıma gelmediği gün yok (dersem abartmış olurum ama abartmak istiyorum çünkü çok sık dönüp üzerinde düşündüğüm bir metin, hele ki bildiğimiz anlamda dünyanın sonuna geldiğimizi söyleyen pek çok kişinin olduğu bu günlerde).
Elbette itiraz edenleriniz olacaktır, “Hani nerede özgürleşme?” diyeceksiniz mesela. Paris’ten bunları yazmak kolay, Çin’in Daliyabuyi köyündeki çiftçiye, en ufak bir protestoda hapse atılan liseliye, üniversiteliye anlat bunları hadi kolaysa!
Fransız yapısökümcü entelektüel kuşağına (1960’lar ve 70’ler) yönelik en haklı eleştiri bu “dar” yaklaşımları muhtemelen. Modern (hatta postmodern) Batı kapitalist toplumlarını esas alan yazarlar bunların çoğu. Bütün dünyanın aynı koşullarda yaşamadığını, farklı kültürlerin, farklı tarihlerin bireyler üzerinde benzersiz etkileri olabileceğini, haliyle evrensel bir insanlık hikâyesi kuramayacağımızı gözden kaçırmış gibiler.
Acaba?
Onlar gözden kaçırmış olabilirler ve dahi dünyanın geri kalanı hakkında zır cahil de olabilirler, lakin aslında aynı koşulların dayatması altında yaşamadığımız doğru bir varsayım mı? On dokuzuncu yüzyıldan bu yana hikâyelerimiz giderek ortaklaşmıyor mu? Bilhassa Sovyetler Birliği sonrası (1990’lardan itibaren), bir Amerikan İmparatorluğu’nun bayrağı altında – kültürel emperyalizmin ürettiği rızanın peşinde – yarı özerk bölgelerde yaşıyoruz hissi gelmiyor mu size de?
(Geçenlerde Kenyalı biriyle tren yolculuğu yaparken, dedesinin hiçbir fotoğrafta kötü çıkmadığını anlatırken How I Met Your Mother’daki Barney’in o meşhur fotoğrafta asla kötü çıkmama hikayesine referans verdi ve güldük mesela.)
Bu “kültürel” etkiyi çokça önemsemiş olacak ki Baudrillard mensubu olduğu Fransız yapısökümcü kuşağı içerisinde belki Gilles Deleuze’le birlikte haberleşme ağlarının (medyalar, metinler, imajlar, aracılar) insanlık hikâyesi içerisindeki etkisine en fazla kafa yoranlardan biri. (Bir başka Fransız Olivier Roy, Türkiye’nin artık sekülerlikten geriye dönemeyeceğini anlatırken seneler evvel ziyaret ettiğinde tamamen modern öncesi şartlarda yaşayan Şırnak köylerinin bugün televizyona sahip olmasından dem vurur mesela.)
O sebeple yukarıdaki satırların devamında şunları söylüyor:
“Aslında devrim her yerde gerçekleşti, ama hiç beklendiği gibi değil. Özgürleştirilmiş olan şey, her yerde, katıksız dolaşıma geçmek ve yörüngeye oturmak için özgürleşmiş oldu. Biraz mesafeli bakarsak, her özgürleşmenin varacağı kaçınılmaz noktanın dolaşım ağlarını teşvik etmek ve beslemek olduğunu söyleyebiliriz. Özgür kalan şeyler sonu gelmez biçimde birbirinin yerine geçmeye ve böylelikle gitgide artan belirsizliğe ve şüphelilik ilkesine mahkûmdurlar.”
Yani? Şeyler artık yalnızca kendileri için, yörüngede kalmak ve dikkat çekmek için var olurlar. Özgürlüğün bedeli? Belki.
Belki daha da fenası:
“Artık hiçbir şey (Tanrı bile) sona ererek ya da ölümle yok olmuyor; hızla çoğalarak, sirayet ederek, doygunluk ve şeffaflık yoluyla, bitkinlik ve kökü kazınma yoluyla, simülasyon salgını ve ikincil varoluş olan simülasyona aktarılma yoluyla yok oluyor her şey. Artık ölümcül bir yok olma biçimi değil, fraktal bir dağılma biçimi vardır.”
Ölüp gittiğini, zaman karşısında bozguna uğradığını, “yenisi” çıktığı için köhneleşip varlık sahnesinden çekildiğini düşündüğümüz bütün fikirlerin dolaşım ağlarında (kulaktan kulağa? televizyon? sosyal medya? internetler? dijital ahiret hayatı?) hiç olmadığı kadar parladıklarını görmüyor muyuz? Ölüme, en azından sembolik şeylerin ölümüne, çare bulmuş olabilir miyiz?
Peki, hiçbir şey ölmediğinde; hiçbir rakip alt edilemediğinde; geçmiş, zamana direnmeye ve geçmemeye başladığında; ne yaparız? Sonunu ve sonrasını düşleyemediğimiz bir mücadele verilebilir mi? “Katharsis” imkânı olmadan bir gerilim sonsuza kadar sürdürülebilir mi? Bataklığa saplanmış, sürekli patinaj çekerken “Teker dönüyor işte, demek ki yol alıyoruz?” denebilir mi?
Çok daha önemlisi belki: İnsanlık olarak bir varlık amacımız (bir hikâyemiz) kalmamış olabilir mi? Kanserli bir doku gibi şuursuzca çoğalarak (ve çoğaltarak) var olmaya, aslında içinde yaşadığımız dokuyu da yok etmeye ve kendi yok oluşumuzu hızlandırmaya başladığımız bir zamana girmiş olabilir miyiz?
Burada özgürlüklerin gerçekten herkes için mümkün olup olmamasının yahut insanlık macerasının başlangıçtaki nihai amacının özgürlüklere erişmek olup olmamasının bir önemi kalmadığını fark etmiş olmalısınız. Özgürlükler (ya da her ne idiyseler onlar) burada(ydı) ve şimdi onlar tarafından rehin alınmış durumdayız.
***
Biraz konuyu dağıtalım. Ha? Ne dersiniz? Toparlanacak bir şey olursa toparlarız sonra.
For All Mankind isimli bir Apple TV dizisi var, bilmem denk geldiniz mi? Alternatif tarih meraklıları sevecektir. Zira dizide uzay yarışını ABD değil Sovyetler Birliği kazanıyor (Rus kozmonot Alexei Leonov Ay’a ilk ayak basan insan oluyor) ve böylece iki süper güç arasındaki rekabet sonraki on yıllara yayılıyor (her sezon bir dekad).
Dizi yalnızca Sovyetlerin baskısı altındaki Amerikan halkının (ve onun çabası karşısında başta Sovyetler olmak üzere bütün halkların) daha “üretken” olduğuna vurgu yapmakla kalmıyor, tutkusunu kaybetmiş, amacını yitirmiş, orta yaş bunalımında bocalayan insan türüne kaybettiği rotayı da hatırlatıyor: Sen bu gezegene mahkum bir tür değilsin, senin iraden sistemleri aşacak kadar engin, hayal gücün bambaşka hayatlar düşleyecek kadar zengin.
Bu yeni bir bakış açısı değil elbette. İnsanlığa bir “hikâye” arayanlar kadimden (bu kelimeyi de Elif Şafak yüzünden kullanamıyoruz gönül rahatlığıyla) bu yana gökyüzüne bakmış, oradan bir şeyler ummuş, kimi zaman çağrısına cevap da bulmuş (Musa’nın çalısı, İsa’nın anne karnı, Muhammed’in mağarası?). Arkeolojik kazılarda karşımıza tanrılara adanmış tapınaklar kadar göğe bakmaya, Ay’ın Güneş’in ve yıldızların hareketlerini izlemeye yarayışlı yapıların da çıkması boşuna değil.
O meşhur söze azıcık takla attırırsak, gökyüzüne uzun süre bakarsanız, gökyüzü de size bakar. Ama bir şey daha var: Göğe bakmaya başladığınızda, üzerinde gezindiğiniz dev kaya parçasının ne olduğunu idrak etmeye, yeryüzündeki hemen her şeyle ortak bir kadere sahip olduğunuzu, haniyse “aynı gemide” yol aldığınızı fark etmeye başlarsınız belki. Samantha Harvey’in Orbital (“Yörüngede”) isimli romanında dediği gibi “karanlık bir denizde yol alan denizcileriz hepimiz”.
Harvey küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk romanında Dünya etrafında (YÖRÜNGEDE!!!) süzülen bir metal parçasının içindeki bir grup astronot (ve tabii kozmonot) üzerinden insanlığın “ortak” hikâyesine, evrendeki “şairane” varoluşumuza bir bakış atmaya çalışıyor. Gezegenimizin yukarıdan nasıl göründüğünü etraflıca anlatarak, onu somutlaştırma gayesi güdüyor. (Dünya çoğumuz için soyut bir fikir zira.) Tıpkı Stephen Hawking’in bir röportajında (röportajı yapan da Neil DeGrasse Tyson) dediği gibi belki “dışarı” çıkarsak, hani dünyaya uzaktan bakarsak, belki kendimiz hakkında daha sağlıklı düşünebiliriz demesi gibi.
(Araya giriyorum da bir sorum var: Evrenin enginliği ve doğanın büyüleyici güzelliği kendiliğinden bir kaide midir yoksa güzelliği on para etmez bu bizdeki “bakış” olmasa mı?)
Harvey, dışarı bakarken içeriyi görmeye çalışan bir mütefekkir olarak, astrofizikçilerin epeydir kullandığı metaforlara kitabında yer açmaktan da çekinmemiş. Mesela ilk olarak Carl Sagan’ın Cosmos belgeselinde bahsettiği “Kozmik Takvim” hikâyesini, hani şu eğer bütün 13.7 milyar yılı bir 24 saat gibi düşünseydik ilk insanların sahneye çıkışı geceyarısından 4 saniye öncesi olurdu ancak meselesini, azıcık hikâyeleştirerek, uzatarak ama pek de yeni bir sonuca varmadan kullanmış. Bilimkurgu ve astronomi heveslileri başka referanslar da bulacaktır.
Gelgelelim, bilimsel konularda kurgu yazmak da zor zanaat. Gerçeğe ayaklarınızı sağlam basmanızı bekliyor herkes yoksa “uzmanlar” peşinize düşüyor. Harvey mesela bu kısacık romanı yazmak için saatlerce Uluslararası Uzay İstasyonu’nun yayınlarını seyretmiş, oradaki gök bilimcilerin günlük rutinlerini eksiksiz çıkarmaya çalışmış. Ama nasıl ki Ay’a ayak bastıktan sonra uzay macerası “büyüsünü” yitirdi (rekabet bittiği için belki) Harvey’in kitabı da bir teneke kutu içerisinde yörüngede gezinen insanlardan yeni bir “anlam” çıkaramamış gibime geldi.
Belki de artık “bildiğimiz” için gökyüzüne eski insanların hayretiyle bakamıyoruz. O muhteşem büyüklükteki yaratıkların da bizim gibi bir takım yasalara tabi olmaları, can sıkıcı belki. Belki de gökyüzünde hikâye bitmiştir, artık o kadar da “verimli” bir ilham kaynağı değildir. Hem belki de Baudrillard haklı!
Zaten bir hikâyeyi güçlü, sofistike ve dinlemeye değer kılan en önemli unsur hiçbir zaman kahramanın “amacı” olmamıştır. Çünkü o amaca çoğu zaman erişemez, erişse de o amaç başlangıçta gözüne kestirdiği şey değildir. Odysseus hiçbir zaman eve dönemez. Aslolan, antagonisttir: Kahramanı esas amacından, gerçekten ihtiyacı olan şeyden alıkoyan, onu ayartan kişi, kurum ve kuruluşlardır. Mesela ölüm, mesela zaman, mesela daha bir dolu şey. Kahramanın “sağlamlığı” buradaki tahammülünde meydana çıkar.
Öte yandan, ne yapabiliriz ki, mesela, zamana karşı? (Kim katlanabilir zamanın kırbacına?) Onu “düşman” bellemenin, Divan şairlerinin “felek” aleyhine beyan üstüne beyan vermeleri gibi, fuzuli bir uğraş olduğu ortada değil mi? Bu kahredici geçicilik ve “her şeyi tatsızlaştıran ölüm” gerçeği karşısında, hele ki pek de imkân sahibi olmayan bir insan olarak, ne gibi bir “kahramanlık” gösterebiliriz ki?
Son yıllarda, görünürde kapitalizmin hızlandırdığı ve aşırılıkla terbiye ettiği hayat karşısında ama daha derinlerde bir varoluş krizinin çaresi olarak “yavaşlamak” öneriliyor. Herkesin “ünlü ve başarılı” olmaya koştuğu yerde, “hiç kimse” olmaya, sıradanlaşmaya ve hayatın sunduğu hayret hissini (öyle bir his varmış gibi) ciğerlerine çekmeye çağrı yani (2023 yapımı Perfect Days filmini hatırlayın).
Evet, bu bir yol. Şimdilik başka da bir yol görünmüyor üstelik. Ben de bu minvalde şeyler yazmış çizmiş düşünmüşümdür. “Hayır!” diyebilmek hâlâ en etkili direniş biçimi olabilir (burada The Matrix filminde Neo’nun “Hayır!” diyerek mermileri havada durdurduğu sahneyi ekleyelim).
Ama en başta bahsettiğim o “atıl hissetme” hissini gideren bir yol da değil gibi bu. “Hayır!” diyorsun ama kim bilecek? Bilinmek istesen, bu sefer en baştaki oyuna düşüyorsun. Bilinmesen ya da kimse birbirini bilmese, ilham almasa bir başkasından, örgütlenip topluca bir direniş hayal edemiyorsunuz, sistem her türlü kazanç içinde. (İşi gücü bırakıp güneye yerleşen, kendine sakin bir hayat kurmak isteyen herkesin YouTube’a koşup ne kadar huzurlu olduğunu anlatmaya başlaması gibi biraz). Karmakarışık hisler işte.
Gelgelelim, hisler tam da böyledir; akla muhalefet etmeleriyle ve uzun süre akıl tarafından bastırıldıklarında (ısrarla görmezden gelindiklerinde) beklenmedik şekillerde tezahür etmeleriyle bilinirler.
Yani insanların gözünün içine bakarak, “Dünyaya gelişin tamamen tesadüfen oldu, yaşayıp öleceksin, sonra da seni kimse hatırlamayacak, maalesef bu böyle,” diyebilmek bu kadar kolay olmamalıydı (Brian Cox dinledim bir miktar evet). Hele ki bunu dedikten sonra, o biricik hayatı bin türlü kuralla, kanunla, “nice to have”lerle doldurmak ve neredeyse yaşayacak alan bırakmamak çılgınlıktan başka bir şey değil. Hepimiz bize dağıtılan el neyse onu oynamak zorundayken üstelik.
Bakınız hayat bir tesadüftür ya da değildir demiyorum, bunu kabullenmenin zorluğundan hatta bir anlamda imkânsızlığından bahsediyorum.
Maalesef insanlar inandıklarını söyledikleri hiçbir şeye gerçekten inanmazlar. (Hallac’a, “Allah’a en uzak kimdir?” diye sormuşlar. “Allah’a iman edenlerdir,” demiş. Ölmüş gitmiş adamın ağzından yalan uydurmak da ayıp şimdi.)
***
Belki de altta yatan bu “maneviyatsızlığı” yeterince umursamadığımız için şeylerin bolluğu içerisinde hiçbir şeyi bulamıyoruz yerli yerinde. Modern (ve dahi postmodern) hayat “yetmeyince” geçmişe dönüyoruz, “Yahu ne yapıyorduk biz şu makinelerden, buharlı gemilerden, trenlerden ve akıllı telefonlardan önce?” diye soruyoruz. (Georgi Gospodinov’un Zaman Sığınağı’nı okuyorum bu aralar ve nostalji hissiyle arızalı bir ilişkim var.)
Ama çağımız değerlerin yitirildiği değil, bilakis köklerinden sökülerek fraktal ve iki boyutlu (düz yani, dümdüz, tıpkı Dünya gibi) bir uzayda salındıkları bir çağ. Yani? Kaybedilen bulunur, fakat şekil değiştiren her daim kayıptır ve bir daha bulunamaz. Çünkü o hep yanınızda zannedersiniz.
Baudrillard şöyle diyor mesela:
“Şeyler, göstergeler ve eylemler düşüncelerinden, kavramlarından, özlerinden, değerlerinden, göndermelerinden, kökenlerinden ve amaçlarından kurtuldukları zaman sonsuza dek kendilerini üretirler. Düşünce çoktan yok olmuşken, şeyler işlemeyi sürdürür; hem de kendi içeriklerini hiç umursamadan işlemeyi sürdürürler. (...) Örneğin ilerleme düşüncesi yok oldu ama ilerleme sürüyor.”
Bir sosyal medya feed’inde, bilgisayar ekranında yan yana duran tab’larda, hypertext’ler yoluyla birinden diğerine seke seke gidebileceğimiz websitelerinde her şey “mevcut”. Ama bunlar hep “yan yana”. Aynı seviyede. Düzleşmiş. En kutsal “içerik” ile en profan “içerik” bir arada. Dahası, artık yapay zeka aracılığıyla elimizde “olmayanı” sonsuza kadar çoğaltabiliyoruz. Belki de asırlardır muştulanan cehennem budur?
Geleceğin belirsizliği arttıkça, diyor Gospodinov, insanlar geçmişe koşuyor. Devil that you know. Kontrol hissinin kaybı insanların irrasyonel düşüncelere sapmalarının arkasındaki en büyük motivasyon. Ama o geçmişin tekrarlanamayacağını tek rotanın ilerisi (gökyüzü?) olduğu gerçeği suratımıza çarpıyor her defasında.
Bugün, çağımızın en parlak beyinleri, insanlığın “ürettiği” her şeyi, her metni, her sesi, her görüntüyü makinelere besleyip sonsuz bir “içerik” üretme döngüsü inşa ediyorlar. Sonsuz bir tekrar. Baudrillard, bunu göremedi ama şunu yazmıştı zaten:
“Televizyon kendi görüntüleri karşısında tam bir umursamazlık içinde işliyor (insan yok olsa bile böyle devam edebilir).”
Üretimin tamamen insansızlaştığı noktada, insanın da bir kıymetinin kalmayacağını görmek için tarih okumaya gerek yok (aslında var, keşke okusanız).
Şimdi diyeceksiniz ki, sıradan insan, sen ben o, her gün bunları düşünerek yaşamıyoruz ki! Biz hâlâ heyecanlanıyoruz, inanıyoruz, âşık oluyoruz, güzel hazlar peşinde koşuyoruz, korkuyoruz, endişeleniyoruz, 1960’larda yaşanabilecek her şeyi yaşamış bir aristokrat çocuğu değiliz, henüz görülecek çok şey var, biz neden bu “maneviyatsızlık” ile malul olalım?
Zeitgeist, my friend. Tuhaf ama bildiğimizi düşündüğümüzden çok daha fazlasını biliyoruz. İçten içe biliyoruz. İçine düştüğümüz kuyudan bizi çıkarmaya kimsenin gelmeyeceğinin iliklerimize kadar hissediyoruz mesela. Bazı hikâyelerin sona erdiğini, bir çağın kapanmakta olduğunu, okulun son gününde kayışı koparan öğrencilerin çiğ şımarıklığı içinde idrak ediyoruz. (Zizek günümüzde sıradan insanın “utanç” duygusunu kaybettirilişinden bahsediyor bir yerlerde.)
Bütün bunların ortasında inandığımızı söylediğimiz değerler üzere yaşamayı ve ölmeyi, sonrasında da iyi bir hayata gözlerimizi açmayı umuyoruz. (Ve buna aşkınlık diyoruz?)
Ne diyordu şair hemen yukarıdaki şarkıda?
“Sekhmet’in adımı fısıldadığını duydum sanırım
Ölümünden korkma dostum, diyordu, hayattan ve onun tüm acısından kork
Çektiğin acıdan ve daha yaşanmamış acıdan
Bir sonraki hayat varsa onun acısından, yoksa onun yokluğunun acısından”
Belki de gökyüzüne iştiyakla bakıp “yeni bir şey” arzusuyla kıvranmalıyız. Ancak o zaman mümkün Dünya’yı arkamızda bırakma cesaretini bulabilir, imkânsız dünyalara yelken açabiliriz.
yazınızı sonuna kadar keyifle okudum. türkiyede yaşayan ve orta sınıfın erimesine tanık olan biri olarak günün ortamında birçok meselenin sınıfsal ama enflasyon sebebiyle de gittikçe belirlenimci hale geldiğini, zorunluluklarım ve seçimlerim arasında sıkışmışken, alt sınıftan insanların daha gayretli, hevesli ve sıçramaya daha hazır olduğunu görüyorum. bunlar kopuk gözlemler ama insanı sınırlarına dair ve basit arzularına dahi imkan tanımayan bir özgürlüğü çok da kısıtlı havada bir söylem olarak tabağımıza koyuyor. bugünse farklı bir şey yaşadım ve orta düzey demans yaşlı bir kadınla her iki saniyede konuşmayı tekrarladığımız bir karşılaşmamız oldu. o zaman "hafıza"nın ve onca yaşantının bile anlamsız gülünçlüğünü gördüm. galiba bize kalan tek seçim an içerisinde sevgiyle var olanı yapabilmek..kaleminize sağlık, tekrar teşekkürler